20 Haziran 2009 Cumartesi

Hayata yeniden bu kadar dalmak için
öncesinde
yeterince uzaklaştım mı acaba?
ya da şöyle sormalıyım belki de
o kadar uzaklaşmak yetti mi bana?
gerçekten hazır mıyım hayata dalmaya?

hala yazılara büyük harfle başlıyor olmak garip geliyor bana.
hala noktalama işaretlerinden vazgeçemiyor oluşum da öyle.

inanmak

Bir şeye inanmak ne kadar güçlü ve önemli bir his. İnanç, his mi duygu mu? His ile duygu aynı şeyler mi? Bence farklı anlamlar var. Her ne ise. Aslında inanmak değil de hissetmek sanırım önemli olan. Bilmek ile hissetmek arasındaki fark... Kendimi tekrar ediyorum galiba yine. Bazı sorularımı gerçekten çözmeden bir şekilde üstünü örtersem, er ya da geç yeniden o sorunla karşılaşıyorum içimde. Bu da öyle sanırım. Ama bu bir soru değil. Yani bildiğim şeyi hissetmemek durumu. Her defasında farklı şeyler için söz konusu olabiliyor. Bu olguyu çözmem gerek sanırım. Yani birşeyin olduğunu bilip de hissedemediğim zaman ne yapmam gerektiğini veya onun altında aslında aklımda ne yattığını çözmem gerek galiba. Aklımla kalbimin çeliştiği bu durumlardan nefret ediyorum. Böyle zamanlarda çok dar köşelerde sıkıştırılmış hissediyorum kendimi. Kaçamayacak gibi hissediyorum. Üstüme biniyormuş gibi sanki havadaki her oksijen azot hidrojen, ne molekülü varsa artık... ve en çok da sarhoş olmak istiyorum böyle zamanlarda. içip içip içip sızmak bi kenarda... içip de sızmak aslında çok hüzünlü ve belki de trajik bir şey olsa da kendi tadında bir de huzuru var sanki...
ha bi de 91 ve sincap la olan sohbetleri özledim.
Bonn meseleri ve burada uğraşmak zorunda kaldığım bi dolu anlamsız şey yüzünden kendimi rahatlatan neredeyse tüm yolları ihmal ettim son zamanlarda. kendime bunu yapma hakkım olmamalı.

Bailey's çakması bişiymiş bu, çok sevdiğim söylenemez ama fena da değil hani. içelim...

19 Haziran 2009 Cuma

hızlı ve uzun ama kısa belki çabuk

Neler yazsam diye düşününce bile yoruldum ama olanları atlayıp da devam etmek istemedim.

Bonn'a giderken öncesinde 2 gün İstanbul'da konaklamayı düşünüyorduk. Hele benim en heycan verici hayalim seramik boyaması idi sevgili Neş'e ile ama sevdiceğin ödevleri yetişmeyince İstanbul hayalimizi ertelemek zorunda kaldık. Orda burda şurda yaptık biraz ödevi, bindik Kamilkoç'un rahat hattına, üstelik Zerrin'cim de süprüz yapıp bizi yolcu etmeye geldi, ama ne var ki rahat hat sevdicek için rahat olmadı. Neymiş? Süha'nın Travego'ları daha rahatmış. Yok yok travego değil de öteki. Hah, neoplanları. Aman neyse işte. Vardık İstanbul'a, Kadıköy'e geçip ordan Sabiha Gökçen otobüsüne bindik, tıngır mıngır gittik havaalanına. Bonn'da lazım olursa diye yanımıza aldığımız boş kolileri iyice katlayıp boş valizlere tıktık, boş valizlerimizden check-in'de kurtulduk ve kazınmakta olan karıncıklarımızı havaalanında kazıklanmak suretiyle doyurduk. Ha derseniz ki Kadıköy'e inince neden yemediniz iki lokma bişiy? Demeyin öyle bişiy, sakın demeyin, çünkü cevabı biz de bilmiyoruz. Karnımızı doyurduktan sonra 10 numerolu kapıdan geçtik ki Duty Free bize kollarını açmıştı her zamanki gibi. Aslonda bu Duty free'lerin hiç de duty free olmadığını düşünsem de yine de girip ne var ne yok diye bi bakalım dedik, iyi ki de demişiz; gelen geçenlere ikramlık lokumları görünce yüzümüze koca bir gülümseme hakim oldu. Ama hemen üsütne "3 tane Smirnoff alana 4.cüsü bedava ve üstelik sadece 33€" olduğunu görünce hissettiklerimiz tarif edilemez. Genel olarak ucuz olmasa da duty free'de iyi kampanyalar olduğunu kabul etmek gerekti tabii. Lokumlarla vedalaşıp uçağa bindik, bol uyuklamalı bir şekilde Köln-bonn havaalanına indik. Bonn'a giden otobüslerin kalkış durağını değiştirdiklerini farkedip yeni durağı bulmakla uğraştık, bulamayacağımızı anlayıp abidik bir internet makinesinde vakit harcadık (internet çok elzem olduğundan falan değil, sırf o makineyi kullanmış olmak için) ve bu sayede 1:40'daki treni de kaçırdık, kaldık 3:15'deki trene. Biraz üşüyüp, bol bol kahkaha atıp beklerken, sevdicekten mini bir şaplak yiyerek elimizin üzerine, trenle buluştuk sonunda. Bindik, Köln'de indik. Hızlı hızlı birkaç lokla atıştırıp hemen Bonn treninin geleceği perona gittik, 3:56'yı bekledik; 4:00 oldu, 4:10 oldu, 4:15 oldu... tren yok! Tourist information'a gidip treni sordum; sonraki tren 4:56'da dediler!!! Geri çıkıp beklemeye devam ettik, 4:56'daki trene binip Bonn'a vardık sağ salim. Gel gör ki ayağımızın bereketiyle vardık heralde ki resmen "it's raining cats and dogs" durumuyla karşılaştık şakır şakır. Normalde elimizdeki hafifcene valizlere aldırış etmeden yurda doğru yürürdük ama o yağmurda bir de otobüs bekledik. Türkiye'deki sımsıcak havalardan sonra sabahın5:30'unda ve yağmur altında bi güzel titredik. Otobüsümüz geldi, yurdumuza vardık... Gece 2 gibi gelirsek seni uyandırabiliriz haberin olsun demiştim Mark'a, odamın anahtarları ondaydı; sabahın 6'ında çaldık kapısını, hemencecik gelip açtı kapımızı ama "sabah 5'e kadar bekledim" dedi; çok zayıflamış.. Koşar adım odaya gittik. O yorgunlukla neyin nerde olduğunu bilmediğimz koliler içinde nevresim bulmak en büykü kabusum olacaktı ama elimi attığım ilk kutudan çıktı nevresimler, hemen uykuya daldık horul horul.


Ertesi gün Erik'ten notebook'unu rica ettik, sevdiceğin ödevinin bitmesi gerekiyordu hala!!! Odada toparlanması gereken şeyleri toparlayıp Köln'e, geçen defa Türkiye'ye gelirken artan bir valiz nedeniyle ağlamaklı halime acıyıp valizimi evlerine götüren aileye gittik. Valizimi aldık, çaylarından tattık, bol bol sohbet ettik, gavur ellerinde Türk misafirperverliğinden gururlanıp duygulanıp evimize döndük valizimizle birlikte. Saat 1'i geçiyordu; yorgun argın yatağa attık kendimizi, horul horul uyuduk bi güzel.

İkinci gün, kalan eşyaları da toparlayıp Mehmet Abi'yi aradık, büyükçe bir araçla gelip kitaplıkları, ve diğer ıvır zıvırları aldı, beni kocaman bir eziyetten kurtardı. Ama ben salağı, ona vereceğim kitap dolu eşşek ölüsü kadar ağır valizlerden birisini unuttum ve başıma belayı sardım! Yaz tatili için Tr'ye kendi arabasıyla gelecek olan Orhan Bey Amca'yı aradım, DHL ile göndersem kitaplarımı da arabasına koyar mı acaba diye sormak için, ki aslında önceden sormuştuk kendisine ve tamam demişti ama bu defa ne hikmetse fazla eşya taşıyamayacağını, olabildiğince küçük bir şey göndermemi söyledi. Morun her tonuna büründüm sanırım o telefon konuşması sırasında ve sonrasında... Sadece çok acil olan kitaplarımı bir valize koydum...bordo valize..

Üçüncü gün, bordo valizi göndermek üzere gittik postaneye. Ne olabilir? Mesela bizim valizimiz 30.5 kg olduğu için postaneden değil de internetten ödeme yapmak zorunda olabiliriz di mi? Tamam dedik, gittik en yakındaki internet cafeye, girdik DeutschePost sayfasına, iş ödeme yapmaya gelince ne lazım oldu? Banka işlemleri için gerekli olan TAN numarası! Almanya'da başka birçok alanda olduğu gibi banka işlemleri için de üzerinde TAN numaraları yazılı olan bir kağıt sözkonusu. Bunu banka veriyor size ve internetten yaptığınız işlemlerde size güvenliğiniz için her defasında rasgele bir TAN soruyor, "29. TAN'ı giriniz:........" gibi. E tabii yanımda TAN listem olmadığı için boş yere internete para ödeyip eve doğru yola koyulacaktık ama dükkanlar kapanıyordu ve ertesi gün pazar'dı ve ben hala hiçbiyerde bulamadığım parfümümden almamıştım.. üstelik postane çoktan kapanmıştı bile. Sevdiceği kolilerle birlikte postane önünde bekletip koşar adım gidip parfümümü aldım, bir de Ziza'nın istediği birkaç şey için Euro Shop'a gittim ama dükkan kapanmıştı çoktan... Postaneye geri döndüm, sevdicekle birlikte yola koyulduk gerisin geri. yurda gidip eşyaları bıraktık, merkeze geri gittik yemek yemeye, hem daha geç kapanacak olan bir kaç dükkana daha girecektik, Ziza'ya, sevdiceğe ve kendime birkaç kalem alıp kendimizi pizza hut'la ödüllendirdik. Yorucu gün, Elena ve Ruxy ile buluşmamızla biraz neşelendi doğrusu. Birer dondurma alıp nehir kenarında uzun bir yürüyüşe çıktık. "Hava kararıyor artık eve dönsek mi acaba" dediğimizde saate baktık ki 22:50 idi!!! Gözlerimiz fal taşı gibi açıldı tabii, hızlı adımlarla eve gittik; Mehmet Abi'ye vermeyi unuttuğumuz valizi de kolilere aktardık, biralarımızı açıp birer film izleyelim dedik ki ben biralardan birisini düşürüp kolileri biraladım! Aman akşam akşam ne süper olay di mi?! Argghhh! Hemen temizledik ortalığı koliler fazla ıslanmadan ve "Aşk Tutulması" adlı Türk filmimize başladık. Her ikimiz de filmin çok lüzumsuz olduğuna kanaat getirsek de başlanan film yarım bırakılmaz diye sonuna kadar izledik. Ha lüzumsuzdu ama arada gülmedik desek yalan olur.

Son gün kolileri yüklenip internet cafeye gittik, adamların salak yazıcısı paketlerin üzerine yapıştıracağımız barkodlardan birisini eksik çıkarttı. A bi dakka yaa, bu olay Ctesi. olmuştu. Off sıralama karıştı... neyse işte eksik kalınca barkod, sadece iki koliyi gönderebildik, biri elimizde kaldı. Yurda döndük, Erik olaya el attı, yazdıramadığımız barkod sistemde yazdırılmış göründüğü için ulaşamadık. Sonra Erik bi kaç telefon etti, birkaç mail attı, biz de artan koliyi postaneye en yakın locker'a kitledik anahtarını Erik'e verdik Ptesi günü ordan alıp kargoya versin diye çünkü barkodlara erişimimiz encak Ptesi günü yeniden açılacaktı. Uff buralarda olayların sırası biraz farklı olabilir ama şimdi tam hatırlamıyorum. Böyle karman çorman bişiyler oldu işte. Neyse sonra kütüphaneye gittik çünkü Jennifer'ın kuantum notlarından fotokopi çektirip notları kıza geri vermem gerekiyordu. Fotokopi makineleri ve fotokopi kartlarıyla bir süre cebelleştikten sonra görevi başarıyla tamamladık; Ruxy ve Elena ile buluşup kütüphanenin bahçesindeki kiraz ağaçlarına dadandık! :) Sanırım Bonn'daki en keyifli anılarım arasında ilk sırayı alacak bir gündü. Sevdiceği ağaca tırmandırıp eline bir poşet tutuşturduk, poşeti doldurup aşağı attı, sonra kendisi dalda kaldı. Sevdicek daldan, biz yerde torbadan; patlayana kadar kiraz yedik keyifle. ve.... Ruxy daha güzel bir fikir attı ortaya; alt sokaktaki dut ağacı! Hızlı adımlarla dut ağacına gittik, bu defa Elena ve ben dadandık ağaca, ellerimiz ve ayakkabılarımızı kırmızı kırmızı olsada biz keyifle devam ettik dutları toplamaya. Ve sonra da dooooğru çocuk parkına! Bonn'da kaldığım onca zaman boyunca hiçbir parkta salıncak görmemiştim. Elena bizi salıncağı olan bir parka götürdü, tahterevalliye bindik, bişiylere tırmandık, sallandık, çim savaşı yaptık derken, gitme vakti geldi... kızlar bizi otobüs durağına götürdü; bindik otobüse merkeze gittik; fazla aç değildik ama Bonn'a giderken yaptığımız salaklığı tekrar etmemek için, er-geç acıkacağımızı kendimize hatırlatarak Subway'e girip güzel birer sandwich aldık kendimize, havaalanında yemek üzere.

Odamıza gittik, son toparlamaları yaptık, camları sildik, kapladığımız raflardaki kağıtları çıkarttık, duvarda kalmış bantları ayıkladık...Erik, Anna ve Ziyad'la vedalaştık derken...cadınızın sümükleri ile göz yaşları birbirine girdi bir süreliğine. Koşar adım odasına kaçtı, ağladı, odasının penceresinden son defa dışarı baktı, nehir kenarındaki yol ile vedalaştı uzaktan... Neyse işte hemencecik toparladım, gittim Raquel ile vedalaştım, Mark'ın kapısını çaldım ama ya açmadı ya da yoktu odasında... Anahtlarlarımı Erik'e verip çıktık TLH'den, otobüs durağına doğru yola koyulduk, ve yine başladı damlalar akmaya... bi dolu şey geldi aklıma;
- Otobüslerin, yaşlıların inip binişini kolaylaştırmak için yana yatışını farkettiğimdeki şaşkınlığım,
- Chirstmas zamanı sokak ortasında bayılıp acile kaldırılışım, hayatımda ilk defa hastaneye yatışım ve yalnız geçirdiğim o gece,
- TLH'deki ilk gecem,
- Kuantum grubundaki arkadaşlarımla her hafta birimizin evinde yediğimiz yöresel yemekler,
- ilk haftalardak zorlu gecelerim,
- kullandığım 1 metrelik teleskop,
- karnaval anılarım,
- Elena ile yaptığımız sabah koşuları,
- alt kattaki partiden gelen gürültünün kimi zaman keyfi kimi zaman kızgınlığı,
- ilk defa tek başıma yaptığım uçak yolculuğu,
- sevgilinin yolunu gözleyişim,
- kendi ellerimle yaptığım kitaplıklarım,
- minik balığım,
- gözlediğim kütle çekimsel mercekler,
- yaptığım analizler,
- başarıyla çıktığım sözlü sınavlar,
- salakçasına defalarca kaldığım dersler,
ve hayattan öğrendiğim sayısız şey...bir çok şey...
Mutlusu da oldu, katlanılmazı da. Duyguların her türlüsünü yaşadım sanırım geçen 2 senede. Şimdi bakınca geriye, o şartlar altında yapabileceğimin en iyisini yaptım diyebiliyorum yine. İyilerin yanında kötüler de oldu ama yaşanması gerekiyormuş, bi dolu şey öğrendim, diyebiliyorum. Geçmişimden pişman olmamanın gururunu hissettim yine kendi kendime. "Afferim kız sana" dedim yine... çok daha güzel olabilirdi birçok şey ama o şartlar altında yine de elimden gelenin en iyisini yaptım işte.

"As long as you do your best, whatever the result would be for the best"

Sonra da bindik uçağımıza, geldik işte. Sabahın köründe İst'a vardık, gece 23'deki trene binene kadar gezip arkadaşlarla buluşalım diye düşünürken elimizdeki valizleri locker'lara koyalım dedik ama valizler sığmayınca, onlarla hareket etmek de mümkün olmayınca planları yine ertelemek zorunda kaldık, 11'deki hızlı tren için değiştirdik biletlerimizi. Vapura bindik, börek yedik,vapura bindik, trenimize geçtik, Eskişehir'de hızlı trene aktarma yaptık, zaman zaman 254km/s hızla ilerleyip saat 4 sularında Ankara'ya vardık. Ertesi gün de dayanamadım ben, 13 otobüsüne atlayıp geliverdik sevgili Erciyes'imize.

Gelirgelmez getirdiğim kırtasiye malzemelerimi, dosyalarımı vs.yi yerleştirip makalelerime daldım hemen. Sevdicek de Cuma günü teslim etmesi gereken ödevine daldı kaldığı yerden...

Şimdi mi? Mutfaktan sebzeli hamsi kokuları geliyor ve ben uçarak mutfağa gidiyorum. Parmaklarım yoruldu...

Sonradan gelen notlar
1- Kapımdaki yıldızları sökmek çok hüzünlüydü bi de penceremdekileri
2- 3 kutu lokum götürmüştük ama sadece birisini verebildik, diğerlerine sevdicek dadandı ama bitiremeyince mutfağa bıraktık

17 Haziran 2009 Çarşamba

Geldik

Sağ salim geldik. Detaylar az sonra...