21 Şubat 2015 Cumartesi

Sinir oluyorum



Sinirimi bozan bi dolu şey olduğunu hep biliyordum da, bunları yazarsam rahatladığımı unutmuştum nicedir. Dün gece kendi kendime sinir olduğum bir konu üzerinde konuşurken, eh bazen ben de bir uzman görüşüne ihtiyaç duyuyorum :P, eskiden bu kendi kendime konuşmalarımı bloga yazdığımı hatırladım.

Öyle görünüyor ki, "sinir oluyorum" adı altında bir seri geliyor buralara yakın zamanda. Şükür ki işler güçler yolunda gidiyor da yazmaya yeniden vakit ayırabiliyorum bu sıralar. Ben sinir olduklarımı yazacağım parça parça, başımdan geçen olaylarla birlikte. Bu arada siz de yorumlara yazın bakalım nelere sinir oluyorsunuz?

15 Şubat 2015 Pazar

Sen de anlat

Büyük lokma ye, büyük laf etme diye boşa dememişler. “Benim evim Konutkent’te olsa hayatta gitmezdim derslere” derken kendimi gece 12’de Ankara’dan otobüse binip sabah 5’te Kayseri’ye varıp, 2 saat terminalde ilk servisin varmasını bekledikten sonra üniversitede derse girerken buldum kendimi, sene 2006 idi. 

Kayseri malum mütaassıp şehirdir. Hele ki ramazan ayında kantine inip de yemek ne var diye bakmak, utançtan ölesi tepkiler alacağınız bir dengesizliktir. Gel gör ki aynı Kayseri’nin aynı semtinde, söz konusu kantinden en falza 1 kilometre ötede, iftar ezanının üzerinden 10 dakika ya geçmiş ya geçmemişken, üniversitenin misafirhanesine giden yola girdi bir araba, Aralık ayında. Benden yüz metre kadar ötede durup da içinden inenleri görünce, en samimi refleksimle  arabanın tekerlerine gitti gözlerim; patlak da değiştirmeyi bilmiyorlarsa yardım edeyim diye. İki kişiden biri arabaya bakarken biri etrafa bakıyordu, eh dedim arabada bir sorun yok heralde. Ne zaman ki baktıkları şeyin ben, neredeyse dizlerime inen uzun kabanımla, pantolonumla, kafamı kapattığım kapşonumla, ben, olduğunu fark ettim, o zaman hafifçe duraksadım. Sırtımdaki çantayı iyice bir yerleştirdim, telefonumu alıp elime, “mavi mazda” yazdım, okuyabildiğim zaman plakayı da yazmak için sımsıkı tuttum elimde, elim cebimde, yürümeye devam ettim. Başka ne yapabilirdim? Arabaya geri bindiler, plakayı gördüm, yazdım hemen, 38 AT 083, ama göndermedim mesajı kimseye henüz. Belli değil ki adamların beni illa ki kaçırıp organlarımı çalacakları. Araç yanımda ilerledi bir kaç saniye, sonra durdu. Önüme açıldı ön kapı, kısa boylu bir adam indi arabadan. Yol verdim, sağdaki tarlamsı inşaat alanına mı gidecek, yoldan birşey mi alacak, neyse derdi benden uzak halletsin diye. 

Hikayenin devamında bana hiçbirşey olmadığı için, şimdi hatırlamadığım bir ceza aldı adam, buna şaşırmadık tabii. Polis teşkilatının suçluları yakalaması 24 saat sürmedi, işte buna şaşırdık. Zaten bu olaydan sonra inanır oldum zaten polis teşkilatının iş yapar olduğuna. Ne Kayseri’de, ne ramazan ayında, ne iftardan dakikalar sonra, ne kılık kıyafetimin üsturupluluğu… bunların hiçbiri bu adamların bu girişimini daha da şaşırtıcı kılmadı aslında. Yaşadıklarım, sonrasında tek başıma sokağa çıkamayışım, geceleri tedirgin yürüyüşüm ve hala daha kaldırımda yürürken yoldan geçen arabalardan tedirgin oluşum bir yana, beni en çok ne etkiledi biliyor musunuz? Şikayetimi geri çekeyim diye bana telefon eden kişinin, bu adamın KARISI olması. 

İronik değil mi peki bu yazıdaki satır aralarının “Bakın pantolon giyiyordum, yani mini etek giyip de kuyruk sallamış değildim. Bakın kapşonum takılıydı, yani saçlarım açık kimseyi tahrik etmiyordum. Bakın Kayseri’deydim, İstanbul gibi kozmopolit ve it kopuğun olduğu bir şehirde değil. Bakın üniversite civarındaydım, derdim eğlence değil okumaktı…” diye çığlık atıyor olması?

Ve ben o polis tutanağına bile ev adresimi vermedim, çünkü biliyordum ki o tutanak zanlıya/suçluya da gönderilecekti ve telefon etmeye çekinmedikleri gibi belki kapıma da geleceklerdi. 

Belki bazılarınız ilk defa okuyordur bu hikayeyi. Halbuki olduğu andan itibaren hiç çekinmedim anlatmaya. Mini etekli olsam da çekinmezdim. Denk gelmemiştir de ondan duymamışsınızdır şimdiye. Ve işin kötüsü şu ki ben sadece şanslıydım, belki de Özgecan’a kıyasla biraz da deli. Yoksa bu adamlar da istese bıçaklayabilirdi beni, sonra yakar, sonra da bir dereye veya baraja atardı. Ben şanslıydım ki Emek-Tandoğan dolmuş şöförleri bana “sınav nasıl geçti?” diye sorar, 1 hafta beni okula annem bıraksa, “nerelerdesin, hasta mı oldun diye meraklandık”, derlerdi. Bu demek değil ki akşam geç vakte kaldığımda gece vardiyasındaki dolmuş şöförlerinden korkmadım. 

İşin daha da komik yanı, hala daha taksiye binerken bindiğim taksinin plakasını, varsa beni yolcu eden arkadaşıma, yoksa mesajla bir yakınıma iletirim, ve etrafımdakiler bana “hikaye yazma” der. 


Ne var ki benim yazmadığım hikayeleri benden çok daha büyük koca koca adamlar yazıyor, hiç düşünmeden…

(hikayenin detaylarını sanırım şurda daha fazla anlatmıştım, emin değilim.)